23 Şubat 2011 Çarşamba

Kaf Dağı düşleri peşinde Keloğlan, Bölüm;3

'Elektriksiz, düğmesiz, camsız televizyonu kurduk eve, evi verdik yele.

Yel tekerlendi daha bulunamamış telefon telinden geçti oldu deve.’

Değerli İzleyici,

Bu satırların yazarının otuz yıl önce yayımladığı bir tasarımdır.

Bu bir hayal perdesidir, diyerek ilk, iki kısa birer parça sundum.

Bu iki anlatıya dönüp bakınca ne görüyoruz?

Çok çocuklu bir anne, baba ortalarda yok…

Tipik, geleneksel köy yaşamı.. baba büyük kentlere iş için gitmiş...

Dönmemiş baba! Dönecek bir gün..

Belki de uzun seferberlik...

Baba o cepheden bu cepheye koşuyor. Anne mani düzüyor. Ağıt yok! Beşik sallıyor, cesaret veriyor!:

Tipik Anadolu anası bir kadın, bakın ne diyor:

"Minik oğlum, ciğer oğlum

Büyü.. büyü.. çabuk büyü...

Git babanın izinden savaşa

Seni bu günlere doğurdu anan.

Ünlensin adınla yeryüzü

Yiğit oğlu yiğit, kahraman..."

Bu öyküleri işitiriz bugün de.


Keloğlan böyle bir çocuklukla yola çıkan bir tasarım.

Annesinin beşik salladığı sırada söylediği maniler motive etmiş onu. Babasının peşinden gidecek değil. O, gitmek istese de çağ buna izin vermiyor.

Bunun ayırdında olduğunu seziyoruz uzaktan. Evet! Annesinin götürdüğü ağanın kapısını unutmuyor...

"İş buldum Ağa’nın kapısında. Ya anam! Anam kul köle oldu Ağa’ya, yedi büklüm, yedi temennah çekti.

"Az kalsın sevincinden başlayacaktı uçmaya. Sevincinden başladı ağlamaya," diye öyküsünün başlangıcı da son derece gerçekçi birkaç tümceyle vermişti bu durumu yine kendisi önceki bölümde.

Anlatı birinci kişi, ilk elden...

Keloğlan kendisi kendi yaşamını anlatıyor.

Kırk yıl önce, bu satırların yazarının bıraktığı yerde...

Bakın, bıraktığımız yerde sürdürüyor anlatısını...

Bu bölümün sonunda yol var.


Yola çıkacağını kendisi söylüyor.

Nereye gidecek?

Olası ki kendisi de bilmiyor bunu...

Onu izleyelim!

Bakalım bizleri nereye götürecek...

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 23 Şubat 2011, Stockholm





Şaştım kaldım ben bu dünyanın işine, giriştim taşlı üç çuval pirince.

Ama ne gezer pirinç, üç çuval taş ufağı döktüler önüme!

Önüme dökülen üç çuval taş ufağına mı bakayım?

Yoksa Suludana’nın ettiklerine mi yanayım…

Üç aşağı beş yukarı, oradaysa Halep, burada arşını...

İşte yine ben alttayım. Suludana sırtımda.

Pişmiş aşa su katan.. her oyunda çıngar çıkaran, şirret mi şirret birisi.

Ağa’nın oğlu Sulu.. köyümüzün iri kıyım, şiş göbek gülü...

Dövdü beni her fırsat buldukça, ne yapsam yaranamadım ona...

Bu yetmezmiş gibi, babası da:

-Bu nasıl duruş bu ne biçim iş,

-Ulan Keloğlan, hergele ulan

-Nereye yürüdü üç çuval pirinç

-Nasıl dümendir bu, sallanma söyle,

-Eti senin, kemiği benim, dediydi anan,

-Getirmez bana üç çuval pirinç

-Topunuzu satsam hiç acımadan...

Diyerek, bastı şaplağı kafama, bastı şaplağı kafama.

İşte o gün, bu gündür, saç kalmadı kafamda, döküldü hepsi.

Böylece, sözde olan Keloğlan adı, gerçekten takıldı bana.

Keloğlan aşağı.. Keloğlan yukarı...

Derken nasıl olduysa oldu, bıçak kemiğe dayandı.. oturdu!

Bıktım dayak yemekten, ezilip örselenmekten.

Kuşlukta birgün çıktım yola.

Kurtulmak için bunların elinden.

*Keloğlan Bir Destan, Tekin Sonmez, Yansıma Yayınları Gençler Dizisi, Temmuz 1981, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder